Gömülmeyen Ölmelerimiz

Bedensel yaşamımız bitince gömülüyoruz.
Ama o ana kadar pek çok parçamız pek çok şekilde ölüyor aslında.
Bir arkadaşım yaşanmış olan şu diyaloğu anlattı;
     "-Teyze başınız sağolsun,
      -Sağol evladım
      -Kim öldü teyze?
      -Ben öldüm.
      -Sen mi öldün?
      -Şeker hastasıyım, şeker bacağıma vurunca bacağımı kestiler. Kesilen bacağımı gömüyorlar ben ölünce kalanımı da oraya gömecekler."
Ölen bacağı gömülmüş teyzenin, oysa gömülmemiş birçok ölümümüz var herbirimizin. Parça parça ölüyoruz, parça parça.
  Gözlerimiz ölüyor, hayatın içindeki, 'an'daki güzellikleri göremiyoruz, bakıp geçiyoruz, bakıyor ama görmüyoruz. 
  Burnumuz ölüyor, koku duyumuz, koştururken hayatın içinde hangi çiçek nasıl kokar bilmiyoruz, doğanın kokusunun insana verdiği huzuru hissetmiyoruz. Denizin kokusunu, bir insanın teninin kokusunu, meyvelerin o hiçbir şeye benzemeyen müthiş kokularını duyumsamıyoruz.
  Kulaklarımız ölüyor, "kendi hayatımızın bencilliğine" kapılıp doğanın sesini duyamıyoruz, çekirgelerin sesini dinlemiyoruz, kuşların sesini, bir derenin, şelalenin sesini... ya da bir dostun acı çeken sesini... İşitiyor, ama duymuyoruz. En şahane müziklerin notalarının bir araya gelişlerinin sesini duymuyoruz. Sonra da Nietzsche'nin dediği gibi: "müziğin sesini duymayanlar, dans edenleri deli sanıyor!"
  Algılarımız ölüyor, daraltıyoruz zihnimizi, hayatın düz sığlığında kaybediyoruz derinliğimizi.
  İyi niyetimiz ölüyor kötülüğün gücünde.
  Sevme becerimiz ölüyor.
  Merak duyumuz ölüyor, keşfedilecek onca şey varken. 
  Yaşama sevincimiz ölüyor, güvende hissetmek uğruna, yaşanma ihtimali olan onca deneyimi kaçırıyoruz.
  Ölüyoruz...
  Parça parça.
  Sonra bedenimiz ölüyor.
  Ve
  Gömülüyoruz.

Yorumlar

Popüler Yayınlar